MERSİN
Giriş Tarihi : 19-10-2020 21:57   Güncelleme : 19-10-2020 21:57

SERHAT ESKİCİ; KALP AĞRIM HEDİYE

Yirmi yıl önceydi. Antalya konyaaltında, bir temmuz sabahı tanıdım hocayı. Muhtemelen çöpten bulunmuş bir masanın üzerindeki, yine muhtemelen hurdadan aldığı basit kebap tezgahının kömürünü hazırlamakla meşguldü.

SERHAT ESKİCİ; KALP AĞRIM HEDİYE

Yirmi yıl önceydi. Antalya konyaaltında, bir temmuz sabahı tanıdım hocayı. Muhtemelen çöpten bulunmuş bir masanın üzerindeki, yine muhtemelen hurdadan aldığı basit kebap tezgahının kömürünü hazırlamakla meşguldü.
Hayırlı işler dostum, kebap için biraz erken değil mi? dedim.
_ Haklısın ağabey, bu ateş çay için. Üç-beş müşterim var közde çayımı seven, onlar için yakıyorum kömürü. Sonrada aynı ateşe kebap atıyorum.
Tonlamalarıyla türkçeyi çok iyi konuşan bu adamın sol elmacık kemiği göçük, aynı gözünün takma ve bir bacağının da oldukça kısa olduğunu fark etmemek mümkün değildi.
Geçmiş olsun dostum, kaza mı?
_ Yok ağabey, görevdeyken oldu. Gaziyim ben.
Asker miydin polis mi ?
_ Öğretmen.
Nasıl yani, ne alaka ?
Tezgahın altından çıkarttığı iki kısa tabureden birini bana uzatarak :
_ Gel ağabey gel otur hele, belli ki bugün ilk müşterim sensin. Hikaye biraz uzun ama, çayda anca demlenir zaten .. Sınıf öğretmeni olarak, Doğuda bir köy ilkokuluna yapılmıştı ilk atamam. İdealizm meşalemin alevi bugün ki gibi gürül gürül yanmaktaydı. Hep duyduğum o zavallı köy okullarından biriydi benim ki de. Muhtarla, köylüyle birlikte elini yüzünü bayağı düzeltmiştim okulumun. Birkaç sınıf bir arada olmak üzere yeni dönem eğitime başladığımızda, ben çocuklardan çok daha heyecanlıydım. Havaların soğumasıyla her öğrencimin beraberinde getirdiği odunlarla ısınıyor, eğitime devam ediyorduk. Her şey yolunda sayılırdı. İkinci sınıftan Hediye isimli bir kız öğrencinin her gün derse geç kalmasını saymazsak tabi. Üstelik arkadaşları gibi düzenli odunda getirmez, sürekli bahaneler üretirdi.
Bu arada sohbet gibi, çay da demini almıştı. Közde çayın tartışılmaz lezzeti tıpkı sıcacık ekmeğin buğusu, bir bebeğin kokusu, adaletin güven duygusu gibi doluvermişti içime. Ciğerlerini sonuna dek doldururcasına aldığı nefesini iki kelimelik cümlede bırakıverdi hoca:
_ 24 kasım’dı…
Öğretmenler günümü yani?
_ Evet. Bütün öğrencilerim beni kutlamış, kimileri bahçelerinde yetiştirdiklerinden bir şeyler, kimi de annesinin ördüğü yün çorabı getirmişti. Tavuk bile getiren vardı. İlk öğretmenler günümde çocukların bu duyarlılığı ile fevkalade mutlu olmuştum. Bu arada ikinci dersin ortalarına gelmiştim ki, sınıfın kapısının açılması ile birlikte içeri dolan kar kokulu rüzgarla, soğuk tüm sınıfı kaplamıştı. Her zaman ki gibi geç gelen, Hediyeydi bu. Ama bugün her zamankinden daha da geç gelmişti, ayrıca
öğretmeni için özel bir gün olduğunu bildiği halde. Üstelik ellerini de önlüğünün cebinden çıkartma gereği bile duymamıştı hanımefendi. Bu kadarı da fazlaydı artık. Ve tabi bu sefer saygısızlığına çok kızmış, patlatıvermiştim tokatı. Ardından da sadece merakımdan, bugün ki mazeretini sormuştum. Suskundu.. Bu kez mazeretin de yok. Ve hala ellerini bile cebinden çıkartmıyorsun diye hiddetle azarlarken kendisini ; Yüzünü yerden kaldırmadan usulca çıkarttığı ellerini bana doğru uzattı. Soğuktan morarmış minicik iki elin avuçlarında hala sıcacık birer yumurta vardı. Kalakaldım öylece . Hala anlamlandıramamışken hareketini, cılız bir sesle: “ Tavuklar bu sabah biraz geç yumurtladılar öğretmenim” dedi.. Bugün hala yaşadığım o utanç ve pişmanlıkla, tokat atan elimi nereye saklayacağımı bilemeden, yüzünü yerden kaldıramayan bendim bu kez.
Hikayenin hüznüyle adeta bir kaldırım taşı oturuvermişti boğazıma. Islanan gözlerimi silerken, hoca da soğumuş çaylarımızı tazeliyordu. Ancak bu anlattıklarını gazi oluşuyla ilintilendirememişken bir türlü, hoca tekrar söze başladı merakımı anlamış gibi:
_ Anlatacağım üstat, anlatacağım. Zaten Hediye’nin, benim, senin ve aslında hepimizin hikayesi o tokatla başladı…
Devamı haftaya.

Süleyman TaşSüleyman Taş